Blogsitemize hoş geldiniz!

Blogsitemize hoş geldiniz. Bu blogsitede resimlerimizi ve yazılarımızı dostlarımızla paylaşmak istiyoruz. İlkin sayfalar bölümünden resim ya da öykü bölümü seçilmelidir. Ya da etiketler bölümünde istenen başlık seçilebilir. Resimler üzerinde bir kere sol tıklayarak resimler büyültülebilir.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Ödeşme

Ödeşme öyküsü
 ANADOLU HALK BİLİM KÜLTÜR  AKADEMİSİ TARAFINDAN
2017 YILI HAZİRAN AYINDA ;
BİN ÇİÇEKLİ BAHÇE  YAŞAR KEMAL ANISINA  YAPILAN YARIŞMADA  ÖYKÜ DALINDA  ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ ALMIŞTIR.
...
ÖDEŞME
Bizim köy bir yörük köyüydü. Kışın sahilde yazın yaylada yaşardık. O sene ilkbaharda Akdağ dediğimiz yaylaya çıktığımızda görünen yerlerin çoğu karlarla örtülüydü. İncelen kar örtülerinden ilkin kardelenler başlarını çıkarıp çiçeklerini açtı. Canlılara cansızlara ‘Günaydın!’ dediler. Karların eridiği yerlerden otlar, zambak çeşitleri, şalba çeşitleri sütleğenler, boy gösterdiler. Kardelenleri kıskanan zambaklar, menekşeler sarı, mor, kızıl, beyaz çiçekler açtılar. Daha bin bir çeşit ot, çiçek doğayı yeşillendirdi, süsledi. Koyunlar, keçiler, oğlaklar, kuzular karların olmadığı yerlerde serilip yayıldılar. Otlarla, şalbalarla beslenip karınlarını doyurdular, bayram ettiler. Eriyen karların alt ucunda derecikler, gölcükler oluştu. Yayılıp karnını doyuran hayvanlar bu kar sularından sulandılar. Akdağ’da kaynak suyu yoktu. Kuyu da yoktu. Evler için de su ihtiyacımızı koyaklardaki, obruklardaki karlardan sağladık.
O sene de yaz boyunca Akdağ denilen yaylamızda kalmıştık. İnsanlarıyla, hayvanlarıyla, bitkileriyle barış içinde yaylanın tadını çıkarmıştık. Yaz sonuna doğru Akdağ’daki obaların yakınlarındaki karlar tükenmişti. Derin obruklardan kar çıkarmak zordu. İnsanların ihtiyacına yeterdi ama hayvanların sulanması için yetersizdi. Hayvanların sulanması için suların bol olduğu Yeroluk, Aldürbe denen yerlere göçme zamanı gelmişti. Yörükler göçmeye alışıktı. İhtiyaç olunca yaylada da yer değiştirirlerdi.
Çok sevinçliydim. Karların tükendiği Akdağ’dan suların bol olduğu Yeroluk’a, Aldürbe’ye göçecektik.  Aldürbe’ye göçmek demek çok oyun oynayabilmek demekti. Çünkü Aldürbe geniş, düz bir alandı. Ne oynarsan oyna… Çelik çomak, körebe, ıssıtaş, uzuneşek, birdirbir… Daha neler neler… Eşeğe binip koşturunca düşsen başın yarılmaz. Taş, çakıl olmayan düz bir ova… Aldürbe’de oluklardan harıl harıl sular da akardı. Obalar birbirine yakındı. O nedenle çocuklar bir araya toplanıp bol bol oyun oynayabilirdi. Ama Akdağ öyle değildi. Akdağ’da birbirine yakın olan tek bizim oba ile Emir El’in obası vardı. Diğer obalar yaylanın başka yerlerindeydi. Güllü Belen, Say Yatak, Tomsu Başı, Eğrikar, Bozlayan gibi yerlere dağılmışlardı. Hayvanların rahat yayılması, birbirine karışmaması için obalar birbirinden uzak yerlere kurulmuştu. Her obanın arası birer saatlik yoldu.  Çocuklar bir araya gelip oyun oynayamazlardı. Oysa Aldürbe öyle mi? Bütün obalar bir alanın çevresinde konaklanmış. Köyün bütün çocukları bir arada. Her gün oyun her gün oyun… Aldürbe’ye göçülmesini iple çekmeye başladım.
Hacı dayı ile Hasan dayı konuşup kararlaştırdılar. Dört yüz keçiden oluşan sürü Aldürbe’ye gidecek; koyun, kuzu, oğlaktan oluşan yüz hayvanlık bir sürü Ovgallı Yurdu’nda kalacaktı. Koyunlar için güneyde ve aşağıda olan Aldürbe daha sıcak sayılırdı. Ovgallı Yurdu koyunlar için serin idi. Haftada bir kere Ulupınar sularına gelip sulanacaktı. Dört yüz keçiden oluşan keçi sürüsünü Hacı dayı ile ben güderdim. Yüz hayvanlık sürüyü de Hasan dayım güderdi. Ev eşyaları at, eşek, deve gibi hayvanlarla Aldürbe’ye taşınacaktı. Hasan dayım ise bir kişiye bir ay yetecek kadar yiyecek ve gerekli kap kacak yüklenerek sürü ile beraber Ovgallı Yurdu’na gidecekti. Hasan dayım Hacı dayımdan yardım istedi:
“Ali bana yardım etsin. Beni Ovgallı Yurdu’na iletiversin” dedi. Hacı dayım da:
 “ Olur. Ama çocuğu geciktirme, akşama yolla.”
“Tamam!”
Sonra develer, eşekler sığırlar bulunup getirildi. Yükler eşeklere, develere yükletildi. Evler Aldürbe’ye göçürüldü.
Hasan dayı ile ben eşyalarımızı, sürümüzü alıp Ovgallı Yurdu’na öğle vakti geldik. Ben bir an önce Aldürbe’ye gitmek istiyordum ama Hasan dayım hiç oralı değildi.
“Dayısı bak, ekmeği, bulguru, köpek yalını şu yüksek kayaya asalım; köpek, fare alamasın. Koyunlar gece şurada yayılsın, gündüz burada dinlensin. Şuradaki obrukta kar hiç tükenmez. Obruğa inip çıkmak zor değil. Helkede kardan su eritirsin. Çitile koyunlardan süt sağarsın. Tavada pişirirsin. Kibrit yok ama al sana çakmak, çakmaktaşı, kav. Çakmak kesemi yitirme sakın.
“Hasan dayı ben Aldürbe’ye…”
Hasan dayım sözümü bitirmeye fırsat vermedi. Anlaşılan Hacı dayıya verdiği sözü unutmuştu.
“Dayısı ben akşama dönerim. Şu tepenin ardında Göktepe var. Orda benim asker arkadaşım var,  beni bekler. Gidip bir görüşüverip geleyim. Hadi dayısı. Olmaz deme. Aslan yeğenim benim! Haaa, akşama dönemezsem durumu idare et. Benim kepenek yorgan gibi, seni üşütmez. Dağlarda canavar (kurt) var, sakın Karabaş’ı yanından ayırma!”
Hani bir söz vardır: “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” İşte Hasan dayımda da bu tatlı dilden vardı. O bu tatlı dil ile herkesi ikna ederdi. Ben daha ilkokul beşinci sınıfta bir çocuktum. Beni ikna etmek onun için peynir ekmek yemek kadar kolaydı.
Gitti… Göktepe’ye gitti. Ben Aldürbe’ye gidemedim; o Göktepe’ye gitti. Neyse ki akşama dönecekti. Aldürbe’ye yarın giderdim artık. Daha önce de gütmüştüm bu sürüyü. Yarına kadar da güderdim. Ne olacak, bir yerim mi eksilecek… O gün de güttüm. Yayılım iyiydi. Yeşil taze ot yoktu ama kurumuş çağşır, şalba vardı daha. Keven de boldu. Sürü yayılırken ben bir yandan “Hasan dayı geliyor mu?” diye Göktepe tarafına bakıyordum. Bir yandan da yapılacak işleri yapıyordum. Obruktan kar çıkardım. Helkenin içine koydum. Eriyince içecektim, yemek yapımında, temizlik işlerinde kullanacaktım. Koyunlardan süt sağıp tencerede pişirdim. Çitilde yoğurt çaldım. Koyun yoğurdunu çok severdim. Hele hele güz yoğurdu sadeyağ gibi koyu olur. Yemesine doyulmaz.
Sürü gece yarısına kadar yayıldı. Bilir misiniz, ağaç olmayan yaylalarda kırlar tam karanlık değildir. İnsan gündüzmüş gibi kolayca gezebilir. Hayvanlar da kolayca gezip yayılabilir. Neyse sürü karnını doyurunca Hasan dayı’mın gösterdiği yere getirdim. Sabaha kadar yatıp dinlendik. Tan yeri ağarırken koyunlar gene yayılmaya başladılar. Benim gözlerim ufukta. Hasan dayı ha geldi ha gelecek… Sabah gelmedi. “Kuşluk muhakkak gelir.” dedim, bekledim. Kuşluk da gelmedi. Canım sıkılmaya başlamıştı. Hasan dayı neden gecikmişti acaba? Başına bir iş filan mı gelmişti? Sürüyü bırakıp gidemezdim. Dağlarda kurt vardı. Sürünün tamamını kırardı. O zaman ölümlerden ölüm beğen. Hasan dayı öğleyin de gelmedi. 
“Mal canın yongasıdır.” derler. Yörüklerin büyüğü, küçüğü hayvanlarına gözleri gibi bakarlar. Çünkü tek geçim kaynakları onlardır. Onlar olmazsa açlıktan nefesleri kokar. İlkokul beşinci sınıfta bir çocuktum. Kimsenin olmadığı ıssız bir yaylada üç gün üç gece sürüyü güttüm. Hem sürüye baktım, hem yollara baktım. Burada bu kadar uzun zaman kalacağımı bilseydim evdeki kitap çantamı almaz mıydım? Kitaplarım defterlerim olsa zamanı daha kolay geçirirdim.
Dördüncü gün kuşluk Hasan dayım geldi. Koyunlar da eşmeye gelmişlerdi. Anlattı:
“Dayısı beni asker arkadaşım salmadı yahu.”
Sonra gönlümü almak için hiçbir şey olmamış gibi omzumu okşadı gülerek:
“Hıh hıh hıh… Yoksa biraz geciktim mi?”
Ben cevap vermedim. Küskün olduğumu belli ettim. Hasan dayım isteklerini sıraladı:
“Dayısı ben hem uykusuzum hem de acıktım. Sen hemen koyunlardan biraz süt sağ. Biraz sütlü bulgur pilavı pişir. Pilav pişince beni uyandır. Ben ayakta uyuyorum. Biraz kestirivereyim.”
Kepeneği alıp kayanın gölgesine uzandı. Az sonra başladı horlamaya…
Ne yapsaydım acaba? Hasan dayımın dediği gibi süt sağıp bulgur pilavı mı pişirseydim şimdi? Hayır hayır! Bu kadarı da fazlaydı. Haksızlıktı bu. Bu haksızlığa, beni kandırmasına karşı tepki göstermezsem ileride beni gene kandırmaya kalkardı. Başkalarını kandırmanın bir bedeli olduğunu o da bilmeliydi. Nasıl olacaktı bu? Tepkimi nasıl gösterebilirdim? Diklenip büyüğüme karşı saygısızlık etmek de istemezdim. Koyun güderken boş kalırsam küçük taşlardan kalem, büyük taşlardan defter yaparak resim çizerdim. En iyi kalem çakmak taşlarından olurdu. En iyi defter de orta boy yassı taşların toprakla birleştiği alt yüzüydü. Hemen bir yassı taş buldum. İyi yazı yazılan alt yüzünü çevirdim. Üzerine küçük bir çakılla şöyle yazdım:
“HASAN DAYI BEN ALDÜRBE’YE GİDİYORUM. BENİ ARAMA!”
Yazılı taşı Hasan dayım uyanınca hemen görebileceği, daha doğrusu gözüne batacak bir yere koydum.  Oradan sessizce ayrıldım. Ver elini Aldürbe… Karşı tepeye geçince Hasan dayımın sesi duyuldu
“Aliii, herkese selam söyle!”
Ben hızımı değiştirmeden kafa kıvırarak söylendim:
“Ah Hasan dayı ah… Çok tatlı dilli adamsın amma… Tatlı dilin güle benziyor. Gülün yanında dikeni de olduğunu yeni öğrendim. Eee, ne yapalım, gülü seven dikenine katlanacak. Seni gülünle dikeninle olduğun gibi seviyorum gene de.”
Sonra ona kırgınlığım, öfkem aklıma geldi. Ben de onun bana davrandığı gibi davranıp o uyurken kaçmıştım. Borcumu ödemiştim. Ona saygısızlık yapmadan diklenmeden ya da ağlamadan, akıllı bir şekilde yaptığı yanlışı, haksızlığı anlatmıştım. Akıllı bir şekilde tepkimi göstermiştim. Yaptığım işi beğenmiş olmalıyım ki, gülerek havada el salladım. Onun duyacağı şekilde bağırdım:
“Ödeştik ödeştik!” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder